25 Mart 2014 Salı

Değişmek, dönüşmek, benzeşmek

Yine yazmakta zorlandığım zamanların birindeyim. Bazen türlü türlü yerlere yazabiliyorken bloga yazamıyorum bir türlü. Belki de kelimelerimi yerinde kullanamayacağımı düşündüğümdendir. Ya da yazmak çok geldiğinden. Bazen öyle çok geliyor ki yazmak, bir gün uyandığımda kendimi cümle olarak bulmaktan korkuyorum. Kocaman hayatın tam da ortasında duran kısacık bir cümle olsaydım ya! Tanrım ne korkunç!

Günler olabildiğince birbirine benziyor yine şu günlerde. Ama bulutlara her baktığımda bambaşka şeyler görebildiğim için seviniyorum. Baharın gelmesine az kaldı, güneş tüm gücüyle yakıyor açık alanlarda. Bazen öyle oluyor ki sırf güneşi daha çok içime çekebileyim diye koyu renk bir şeyler giyip de dikiliyorum karşısına:)


Her gün yürüdüğüm yollar da aynı aslında ama değişen gökyüzü sanki o alanları da başkalaştırıyor. En azından öyle hissetmeme imkan veriyor, bu yüzden seviyorum onu. Çizgi film bulutların gökte toplanması hoşuma gidiyor, bir de çabuk gelse şu çimenlere uzanacağımız zamanlar!


Korkutan zamanlar da olmuyor değil tabi kimi zaman. Hele ki inceysem ve şemsiyem evde kaldıysa biraz ıslanıyorum her seferinde. O zamanda çocukken yaptığım gibi gülümsemeye gayret ediyorum. Saçlarım daha çok uzayacak işte diyorum yağmurun altındayken. Bazen de ağzımı göğe dayayıp damlaları içiyorum:) En güzeli de toprak kokusu...


Bu fotoğrafı çektiğim anı hatırlıyorum. Güzel bir gün geçirmiştik arkadaşlarımızın evinde Alger'de. Önceki gece kutlamalar olmuştu Makam-ı Şehit'in oradaki meydanda, havai fişekler atılmış, müzikler çalınmıştı. O zamanları özlüyorum. Arkadaşlarımız hala buradayken zaman daha dolu geçiyordu. Şimdi bakıyorum da en eski biz kalmışız burada.


Bu fotoğrafı çekmemin üzerinden de ne çok zaman geçmiş. Buradaki ilk yıllarımdı daha. Acaba bu maymun hala yaşıyor mu? Ona bakınca bazen kendimi görüyorum, bir şeylerle uğraşırken hayalimde canlanan beni. Bu bayat ekmeği yemeye çalışması da her baktığımda içime dokunuyor. Sadece insanlar arasında değil ki eşitsizlik hayvanlar arasında da büyük uçurumlar var. Daha dün bunun üzerine konuştuk. Tüm bunları görebiliyorken, ilahi adaleti sorgulamamak mümkün mü?


Kızıla çalan evleri ilk burada görmedim elbette ama seviyorum bu hallerini. Zamana direniyorlar kendilerince. Eski evimdeki beyaz panjurları düşünüyorum, ışık sızdıran yerlerini severdim en çok. Bir de oldum olası evlere ve bahçelere asılan çamaşırları severim, yaşanmışlık hissi veriyorlar bana. Bahçemde çıtır çiçekli mis kokulu çamaşırlar olmasını istememi kim yadırgayabilir?


Zaman geçtikçe bu coğrafyaya yakınlaştığımı hissediyorum ama insanlardan uzaklaşıyorum. Buradaki evler, sokaklar, binalar gibi soğuk, yalnız ve hüzün dolu oluyorum kimi zaman. Duvara yazılan kelimeler gibi aklıma yazılıyor anılar. İyi yönde değişmiyorum, şantiyede yaşamak beni daha iyi biri yapmadı, biraz kaba, daha kabullenici, tembel ve yorgun biri yaptı. Her gün içimdeki enerjiyi yeniden bulmaya çalışıyorum bu yüzden. Ortama yenilmemek için! Bilmediğim bir insana benziyorum ya onu keşfetmeye, tanımaya çalışmak oldukça zor geliyor. Bir de tabi bu arada derlerdi ki eskiden evli çiftler birbirlerine benzerlermiş; ne doğru bir söz. Sadece fotoğraflarda benzemiyoruz birbirimize, dönüşüyoruz birbirimize günden güne. Bir başkasında kendimi görmek tuhaf ama iyi bir şey. Tüm iyi olan tuhaflıklar gibi...

Son zamanlarda pek çok kişi deli olduğumu düşünmeye başladı sanırım, veya delirmeye başladığımı. Seviniyorum böyle olmasına aslında. İçimdeki deliliği kaybetmeye başladığımı düşünüyordum, neyse ki çok uzakta değilmiş...Ben nerdeymişim bunca zaman dedirtti bana yaşam... Kendimi keşfetme ve yeniden bulma sürecim hiç bitmesin istiyorum bazen, çünkü her seferinde yeni biriyle tanışıyormuşum gibi oluyor. Bu insan yoksunluğunda iyi geliyor bana. Kitaplar, filmler, şiirler, insanlar, hayatlar, yaşananlar ve hayaller hakkında konuşmayalı o kadar uzun zaman oldu ki. Boşa sarf edilen cümlelerle dolmuş etrafım, birbirine değmeyen onlarca kelime var. Burası bir inziva hali ve karşıma çıkan yeni kişi hep kendimim!

20 Mart 2014 Perşembe

Bana uzun uzun yaz


Uzunca yazmaya başlayalı epey zaman oldu aslında. Ortaokul yıllarıydı, şiir ile yatıp şiir ile kalktığım zamanlardı. Dizelerim hep uzun olurdu, çünkü anlatmaya çalıştıklarımı yarıda kesmeyi taa o zamanlarda dahi sevmezdim. Küser gibi gelirdi kelimeler sanki. Olağan gücümle, bastıra bastıra yazardım.

Daktilo sevdam da o zamanlarda başladı. Sahile bile taşırdım cılız bedenimle o koca ağırlığı, sırf denizin sesiyle daktilonun çıtırtısı karışsın birbirine diye. Hem tuzlu tenimle yazmayı da severdim güneş yakarken...

Yanımdaki sıra arkadaşımla mektuplaşmaya da o zamanlarda başladım. Anlatacak hep çok şeyim varmış bakıyorum da. Bitmek bilmeyen kelimeler ordusu kurmalıymışım zamanında. Yazmak belki de en iyi ilaçtı ruhuma, şiir gibiydi bir parça ve anlattıkça çoğalıyordum kendimce.

Uzun uzun yazdığımız zamanlardı birbirimize. Daha öğlen yanından ayrıldığım arkadaşıma sayfalar dolusu yazardım sanki yıllarca konuşmaya hasret kalmış gibi. 

Geçen bir arkadaşım sana uzun uzun yazmam lazım bir ara dedi ve işte o anda üşüştü tüm anılar üzerime. Uzun uzun yazmayı ve bana uzun uzun yazılmasını çok seviyorum ben. İyi ki bana yazanlar var ve kalbiyle ruhuyla kilometrelerce uzağa gelebilenler var kelimelerden kurulan köprülerle. İyi ki güzel yürekli insanlar var yakınımda, bana dokunmadan değebilenler var, güneş gibi içimi ısıtan, uzun uzun yazanlar. 

Yazmak gelen gün ile yeniden var olmak demek adeta!

18 Mart 2014 Salı

Olmak istediğim yer


Hiç uyanmak istemediğim bir rüyanın tam de en can alıcı kısmında alarmın iç gıcıklayıcı sesine uyandım dün sabah. Güzel bir sabahtı, kuş sesleri penceremin tam da önündeydi adeta. Kedim bile heyecanlanıp camdan dışarı dikmiş gözlerini, sonradan fark ettim.

Sabahları güneşli ve kuş cıvıltılarıyla dolu bir güne uyandığımda heyecanlanıyorum güne katılmak için ben de aynı bir ev hayvanı gibi. Oysa dün beni heyecanlandıran asıl şey rüyamın gerçekliğiydi ve hala orada olduğumu hissetmek. 

Herkes için değil elbette, sadece mutlu çocukluğu olanlar için kıymetlidir o günlere dair anılar. O yüzden büyüdüğüm ev her zaman benim için özel olmuştur. Çok ağlamıştım taşındığımızda. Pek çok kereler o eski evimizin kapısına gitmiştim oyun bittiğinde akşam vakitleri. Oraya bizden sonra taşınanları hep kıskandım, bizim bıraktığımız gibi dursun her yeri istedim içten içe. Çocuğum ya işte, eve gitmez; evimizin yeni sahiplerine uğrardım su istemek için, yan gözle de içeriye bakar dururdum. Duvarda kocaman bir sonbahar resmi vardı, salonda. Hala merak ediyorum acaba duruyor mu şu anda da diye. Kokusu vardı kendine has ve ruhu vardı sanki yaşayan bizimle.

O evdeydim işte dün sabah yeniden. Bir bir gezdim tüm odaları. Pek çok şeyi unutsam da günden güne; oraya ait çoğu detay hep aklımda. Neden? O minik mutfak, salonda yanan soba, banyonun önündeki pembe lamba, sokağa bakan soğuk odamız...

Hiç istemedim çıkıp gitmek oradan. Kendi kendime bir gün bu evi alacağım diye geçirirdim içimden. Bazen hala düşünüyorum. Keşke çocukluğumuzu geçirdiğimiz evler öylece kalabilse. Soluk almak istediğimizde gidip kapısını açıp kendimizle kalabileceğimiz bir yer gibi, dursa, hayatın tam da ortasında. 

Belki de ben fazla bağlıyım anılarıma, bilmiyorum neden böyle. Hatırlamadığım detaylar için bugün öyle üzülüyorum ki. Çünkü biliyorum yarın oraya adımımı atsam ve bıraktığım gibi bulsam nehirler kadar çok ağlayacağım. Belki duvar kağıdını bile severim, kim bilir. 

O çok fazla oturmadığımız, ince sokağa bakan dar balkonda durup bakmak istiyorum geçmişten, bugünüme doğru. Geleceği bilmeme gerek yok şimdi. Sadece dinlenmek istiyorum anılarımda!


Odamdaki tütün rengi ahşap yatağın, kurbağa yeşili kadife kumaşında uzanmak istiyorum biraz. Gizliden soğuk odamıza dalıp içinde her gün yeni şeyler keşfetmeye doyamadığım karton kutuları karıştırmak istiyorum kahkahalarla. Arkadaşlarım beni çağırsınlar oynamaya bağıra bağıra, sonra bakkaldan biraz çekirdek alsam belki bir de gazoz, köpür köpür leblebisi de yanında. Her yerim kir toz olana kadar oynasam sokaklarda düşe kalka. Sonra mis gibi yemek kokan evimize giriversem muzipçe gülümseyerek. Annemin nefis köftelerini bir bir tıkıştırsam ağzıma ketçaba bana bana. Hani gittim farz ettik ya o günlere, o zaman dedem de gelsin yanıma, dizine oturtsun ki beni dinleyeyim onu can kulağıyla. Babaannem belki sabaha börek yapar getirir kıyamaz ki o bana. Hem ertesi gün belki de anneanneme giderim elime hala her gün ofise gelirken yaptığım gibi kocaman bir torba alıp da, içine yanımda olmasını istediğim her şeyi doldurarak.

Keşke güzel rüyalar hiç bitmek zorunda olmasa...

Keşke camcılar, dünyayı daha güzel görebilmemizi sağlayan camlar taksalar evlerimizin pencerelerine,

ve keşke masallara her gün yeniden inansak!

17 Mart 2014 Pazartesi

Cezayir'den nostaljik aile fotoğrafları

 1951 Alger-Casbah




Göçebe bir topluluk 

Grande kabyle ailesi


Fotoğrafların bazılarının tarihleri yok, bulamadım. Kimler oldukları da meçhul ama böylesi daha da güzeldir belki de. 

Eski fotoğrafları seviyorum. Kime ait olduğunu bilmediklerim daha çok yaralıyor aslında beni. Bit pazarlarında en çok eski aile fotoğraflarına üzülüyorum kutuların içlerinde, torbalarda satıyorlar birilerinin hayatlarını. Yere düşen birini almıştım bir gün satıcı amca al senin olsun dedi aldım, hala saklarım, kimdir bilmem. Oysa kim bilir ne anıları var onun da. Umarım bir gün benim için kıymetli olan şeyler, fotoğraflarım, anılarım böyle pazarlara düşmez, sevgiyle kıymetle saklanır.

Anılar hep güzeldir, ardında ne barındırırsa barındırsın. Fotoğraflar aslında mutluluğu ve hüznü bir arada anlatmalıdır...

Fotoğraf şiiri; işte en sevdiğim şiir:

Durakta üç kisi 
Adam kadin ve çocuk 

Adamin elleri ceplerinde 
Kadın çocuğun elini tutmuş 

Adam hüzünlü 
Hüzünlü sarkilar gibi hüzünlü 

Kadin güzel 
Güzel anilar gibi güzel 

Çocuk 
Güzel anılar gibi hüzünlü 
Hüzünlü şarkılar gibi güzel.

                     CEMAL SÜREYA 


16 Mart 2014 Pazar

Pazar notları


Yazmak içten gelmeyince kelimeler de küsüyor tabi ister istemez. Bu yüzden aslında en güzeli durmaksızın yazmak, yazacak bir şey olmadığına inandığın zamanlarda dahi. Veyahut en yakıcı anlarda acı çekerek yazmak gerekiyor, ağlayarak; kelimelerinin anlamlarını yitirdiklerini düşündüğünde bile yazmakta direnmek gerekiyor, bugün bunu anladım.

Yürürken içime çektiğim sisin kokusu her yanımı sarmış gibi sanki. Dışarı atmak istediğim çok şey biriktiriyorum içimde. Bu sıra yine şiirler iyi geliyor, başka bir dünyanın varlığına inandırıyorlar beni. 

Burada hayat hep aynı, hatta öyle aynı ki bazen üzerimdeki kıyafetlerden anlıyorum farklı bir gün yaşadığımı. Bir bahar gelse belki ben de yol alacağım kendi içimde. Kırık dökük bir hayatta düşüncelerimin dağılmasından çok sıkıldım. Hele ki masallardaki kahramanlar da ölünce ötesine inanamıyor ki insan. Bir küçük prens gitti dünyadan, şimdi daha iyi bir yer oldu yaşadığımız yer birilerine göre. Ahh o insanlar irin sarmış sanki hücrelerini.  Delicesine bir melodram yaşıyoruz! Delirmemek için deliliği yaşıyoruz adeta...


Bahar gelse de tüm yollar denize çıksa keşke. Kokusunu bile öyle çok özledim ki. Burada bir başka kokuyor deniz, daha az tadı var sanki ve daha az iyot kokuyor. Yine de saçlarımdan damlayan o tuzu yalamak ve güneşe vermek istiyorum tenimi, sessizce.


Yazmaya başlayalı tam 6 sene olmuş meğer, dolmuş hatta iki gün önce. Bir türlü aklımda tutmayı başaramamışım o günü yine. Olsun! İlk geldiğim yıllarda daha blog'un ne olduğunu bile kavrayamadan yazmaya koyulmuştum. İyi ki diyorum şimdi iyi ki girmişim bu yola. Ne büyük mutluluk!

Anneannemin doğum günüydü 12'si. 89 yaşını doldurdu. Kocaman bir ömür, geride bıraktığı binlerce anısı ve yaşayacakları. Her birine ben sahip çıkmak istiyorum ama olmuyor. Hala ellerine bakıp haline şaşırması dokunuyor en çok içime. İnanamıyor ki bu yaşta olduğuna. Ben de ne zaman ellerime baksam onu görüyorum sanki ellerimde, sonra da annemi. Ben de inanamıyorum çoğu zaman 30'larımda olduğuma. Zamanı içip bitirdim sanki.

Ayın 13'ü dedemin ölüm yıl dönümüydü. Balıklı, rakılı, ananaslı, radyolu, denizli, traş losyonu kokulu, kaktüs sulu, incir sütlü, işkembe çorbalı, ekmek kadayıflı anılarım toplandı yine bir araya. Dizinde gülümseyerek oturan o sarışın minik kız çocuğuyum  sanki hala. Ne zaman misafirliğe gitsem kapıların ardına saklanmak isteyen. Ben ölünce nasıl anılar bırakacağım ardımda acaba? Ne kokacak, ne tat verecek bıraktıklarım? Benden ne kalacak geriye?

Şimdi herkese pazar bugün, bir bana salı sanki. Çünkü ne kalabalık sofralar ne lezzetli kahvaltılar ile başladık güne. Ilık bir çay, birkaç dilim peynir ve zeytin vardı tabağımda. Şu türk kahvesi de olmasa?

Hadi bakalım şimdi ucundan kıyısından günü yakalamak lazım! Şu pencereden gördüğüm çimene atasım var kendimi ama zamanı değil henüz...Bekliyorum, durdum!

8 Mart 2014 Cumartesi

Kadının sadece adı değil varlığı da yok!


Aslında pek yazmak gelmemişti içimden. Sonrasında yazmaya karar verdim. Böyle günleri pek sevmiyorum. Çünkü yapmacık kutlamalar, çiçeklerle bir günlük unutma sağlıyorlar hepsi bu. Yarının dünden hiç bir farkı yok ki. 

Kadının varlığından rahatsız olan insanlar var. Onların nefes aldıkları bir dünyayı akıllarına sığdıramayanlar, madem dünyaya gelme yanlışı yapılmış öyleyse doğursun çocuk otursun evinde baksın diye düşünen zihniyetler var. Böyle insanların olduğu bir hayatta kimi zaman kadın olmaktan dolayı müthiş üzüntü duyuyorum kimi zaman da nefret doluyorum onlarla aynı havayı soluduğum için. 

Hep güzel umutlarımız var, düzelecek diyoruz ama o zihniyetleri ortadan kaldırmadıkça düzeleceğini düşünmüyorum ben. Eğitim, bilgi burada devreye giriyor işte. Yani en büyük eksiğimiz olarak gördüğüm şey! Çok cahil bir toplumuz!

İlk kez hayatın gerçek yüzüyle Üniversitede bir araştırmaya katıldığımda tanışmıştım. Adana'da çocuk işçilerle ilgili yürütülen bir araştırmaydı. Orada kadınların çilelerine, kız çocukların varlıklarının kabul edilmemesine şahit oldum. O zaman anladım dünyanın, erkeklerin olmasını istediklerini. Kadının yeri yok ki diye düşünmeye o zaman başladım. Elbette güzel gelişmeler oluyor. Elbette iyi yetiştirilen, eşlerinin, arkadaşlarının kıymetlerini bilen evlatlar, erkekler var. iyi ki varlar. Ama erkek evladı olan her annenin amacı oğluna kadına saygıyı, hürmeti ve sevgiyi öğretmek olmalı. Öyle kötü örnekler görüyorum ki bazen inanasım gelmiyor. 

İnşallah erkek egemen dünyanın güzel değişimlerine şahit olabiliriz. İnşallah dünyaya getirdiğimiz kız çocuklarımızın hayatından, geleceğinden endişe etmeyeceğimiz zamanlar yaşayabiliriz. İnşallah kadınlarımız gerçek değerlerine kavuşurlar günün birinde. 

6 Mart 2014 Perşembe

İyi bir gün

Bugün iyi bir gün, gerçekten öyle, durup da bir düşününce. İyi olmaması için bir neden yok. İyi ki yok. Güneşli bir sabahtı. Yataktan kalmak isteyerek doğruldum, hatta sıcak yorganın altında biraz oyalandım, kediyi izledim. Ben yataktan çıkarken o hala uzanmış uyuyordu. Tombik göbeği bir aşağı bir yukarı hareket ediyor, pufff diye nefes alıyordu. Sonra kuş sesleri geldi kulağıma. Onun da gelmiş olmalı ki fırladı pıt pıt patileriyle camın önüne. Dışarı çıktığımda ılıktı hava. Sonra yola koyulduğumda bu sevimli ördek ailesi eşlik ettiler bir süre bana. Ben arkalarından sessizce ilerlemeye çalışırken onlar vak vak vak sıraya dizilip telaşla uzaklaştılar. Renkleri öyle güzel ve tipleri o kadar sevimli ki, durup sıkıca sarılmak istedim aslında. 


Hava kapalı da olsa, belki biraz kasveti de kabul edebilirim ama gün içinde güneş az da olsa kendini göstersin istiyorum. Güne gölge düştüğünde bile uzaklarda da olsa bir parçacık güneş görmeyi seviyorum. İyi bir gün güneşli, çizgi film bulutlu ve bol çiçekli bir gündür de aynı zamanda. 


İyi bir gün olması için anılara da ihtiyaç var elbet. Güzel anıları olmayanın nasıl iyi günü olsun ki? Bu çiçeği seviyorum ve bir çiçeği sevmek iyi hissettiriyor. 


Bugün bahçede kahve içmedim. Bu fotoğraf birkaç gün öncesinin. Ama içebilirdim. Öğlen sıcaktı bahçenin sandalyeleri. Pencereden dışarı bakarak yudumladım kahvemi. Kahvemizin olması da iyi bir gün olmasında bir etken elbette. Gurbet işin içine girdiğinden beri evde olan kahveye, peynire, zeytine şükretmeyi de öğrendik.


Yine bez çantamda bolca renkli kalem, birçok baskı malzemesi, mektuplar, zarflar ve kağıtlarla dolaştığım bir gün bugün. Bir şey yapmasam da orada yanı başımda olduklarını bilmek güzel. Bunları da iyi ki yapmışım. Henüz sahiplerine doğru yola çıkmasalar da çıkacaklar. Resim yapmayı hep severdim. Böyle minik detaylarla uğraşmak da iyi bir gün için yeter de artar bile. 


Aaaa iyi hissetmek için minik sivri ve tombuk bir patiden daha güzeli var mı ki? O patinin yumuş yumuş kısımları, kadife çiçeği gibi geliyor bana. O iki tırnağın çıktığına da bakmayın, gösteriş yapıyor aklı sıra. Ön patilerinin tırnaklarını kestik çünkü kala kala bir bunlar kaldı:)


Evde beni bekleyen bir kediciğin olması da iyi bir gün geçirmek için neden aslında. Daha arabanın sesini duyar duymaz cama fırlıyor. Kapının dibine gelene kadar da orada kalıyor, geldiğimize emin olunca anahtarı çevirir çevirmez de kapının hemen dibindeki komodinin üzerinden bize hoşgeldiniz diyor. Ama ben en çok eve giden yola girdiğimde hemen karşımda beliren bu tipi seviyorum:)


Doğa iyi bir gün için bize türlü şeyler de sunmayı ihmal etmiyor. Güneş böyle bir manzarayla gidiyor. İzlemek oldukça güzel ve heyecanlı. Başka bir yerde yeni bir gün başlıyor, biz elimizdekini bitirirken. Yeni gün, yeni şans demek, yeni umut demek, yeni bir tazecik nefes demek.


Bir de her gün içimde yenildiğim şu yiyecek bir şeyler yapmak arzusu olmasa ne yapardım bilemiyorum. Lor peynirli kurabiyeyi pek sevdik. Türkiye'den arkadaşımız getirmiş sağ olsun. Yarım paketimiz kaldı. Arada çay ile yerken keyif alıyoruz işte bu minik tombik lezzetlerden. 


İşte tüm bunlar iyi bir gün demek aslında. Aaa bir de güzel bir gelişme oldu. Ne zamandır Cezayir'e de Türk peyniri ve çeşitleri, yoğurt falan gelecek diye bekliyorduk. Yörükoğlu ile anlaşma yapılmış deniyordu. Nihayet doğruluğu ispatlandı. İlk malzemelerimizi aldık. Daha pek çok çeşit varmış. Henüz sadece bir markette var. Yoğurt da yokmuş ama yakında gelecek diye ümit ediyorum. Bunca zamandır bekliyorduk, nihayet şehir efsanesi olmaktan çıktı. 


Bu güzellikleri Cezayir'de görmenin ne denli harika bir duygu olduğunu yaşamayan bilemez. Tabi Cezayir'in ilklerini yaşamak, tarihe bizzat tanıklık etmek de ayrıca mutluluk veriyor. İlerde anlatacağımız güzel anılarımız var ve hep olsun umuyorum...

4 Mart 2014 Salı

Kamp çevresi manzarası

Birkaç gündür yine deli bir rüzgar ve yağmurla devam ediyoruz günü yaşamaya. Ağaçlar eğilip bükülüyorlar ya en çok ona üzülüyorum. Çiçekler kapatabildikleri kadar kapatıyorlar kendilerini ama bazısı yok olup gidiyor acımasız rüzgarda. Ben yağmuru sakince yağarken seviyorum aslında, mağrur bir çocuğun gözyaşları gibiyken. 


Doğanın renklerinin tonunu seviyorum. Dört bir yanına dağılmış hayatın. Biraz boya alsam daha güzelleştiremem herhalde. Olduğu gibi güzel çünkü şu manzara. En çok bulutları seviyorum dağların yamacındaki, bir de belli belirsiz bir sis oldu mu hep yazmak geliyor içimden, sisin kokusunu içime çekip de.



Parça parça görünen tarlaları seviyorum. Birisi biz uyurken gizlice birbirine dikiyor sanki hepsini. Doğanın kırkyaması:) Bir de şu minik köylerin içinde yükselen camilerin şeklini seviyorum. İnsan olmayınca etrafta, bırakıp da gidilmiş gibi sanki yıllar öncesinden. Bir de artık şu tarlalarda çalışan insanlar ortaya çıksa...


Tütün rengi yakışıyor ki buradaki hayata. Tuğladan hayatları gizliyor birazda,  örtüyor üzerlerini sinsi bir duman gibi. 


O yolda gitmek isterdim şu anda. Belki de bir pikabın arkasında yüzüme rüzgarı alarak. Ağaçlardan meyveler toplasak, sonra serilip yesek hep bir ağızdan renkli örtülerin üzerinde. Biraz dinlendirsek ruhumuzu sonra ve çimenlere uzanıp gökteki kuşlarla sessizce sohbet etsek! 

Birkaç fotoğraf daha çekmiştim onları da fotoğraf bloguma ekledim. Bakmak isterseniz tıklayın!

3 Mart 2014 Pazartesi

Cezayir'in kadınları


Kadınlarımızın yüzü acılarımızın kitabıdır 

acılarımız, ayıplarımız ve döktüğümüz kan 
kara sabanlar gibi çizer kadınların yüzünü.


Ve sevinçlerimiz vurur gözlerine kadınların 
göllerde ışıyan seher vakıtları gibi.


Hayallerimiz yüzlerindedir sevdiğimiz kadınların, 
görelim görmeyelim karşımızda dururlar 
                      gerçeğimize en yakın ve en uzak.
                                N.Hikmet


Seviyorum bu şiiri çok. Ne zaman kadın denilse hep aklıma düşer satırları. Cezayir'in hüzün bakışlı kadınları da buradaki kelimelere yakışıyor, onca acıdan sonra...


Eski fotoğrafları çok sevdiğim için genelde onları kullanıyorum. Ama bir sonraki kadınlar ile ilgili yazımda modern kıyafetlerini de göstereceğim size. Her şey bu fotoğraflardan ibaret değil elbette. Yine de tarihsel bir değeri var gözümde. Yorgun, hüzünlü ama hayata devam ediyorlar işte bir nedenle. O neden her zaman değişkendir ve bazen yapış yapış bir melodramın içine çeker bizi.


Bu yaşlı kadının fotoğrafını çok seviyorum. Bu fotoğrafa her baktığımda gözlerindeki o parıltı, ışık, umut hüzmesi beni etkiliyor. İster istemez gençliğini de düşünüyorum, ne kadar güzel bir kadındı kimbilir. Ayrıca dövmelerini de seviyorum. Dövmelerle ilgili de daha öğrenmek istediğim çok şey var. Öğrendikçe yazacağım. Bu sanırım bir Berber kadını. Ama henüz bazılarını birbirinden ayırmakta zorlanıyorum. Pek çok grup var Cezayir'de. Kıyafetleri de elbette bölgeye göre değişiklik gösteriyor. Bilmediğim birkaç yerel topluluk da varmış ama adlarını daha ezberleyemedim ki araştırayım. 

 Algerian woman by Marc Garanger

Takılarını ayrıca çok beğeniyorum. Ama beni en çok etkileyen yüzlerindeki kırışıklar ve ifadeleri, duruşları. Sert bir duruş sergiliyorlar hayata karşı bu kadınlar çoğu fotoğrafta. 

 1979 Algerie

Bu fotoğrafı da çok seviyorum. Cezayir ile ilgili bolca fotoğraf bulabildiğim bir tumblr adresinden edindim. Kıyafetler, arabalar, sokaklar çok güzel. Bunca zamanda değişen sadece arabalarmış gibi geliyor insana dikkatli bakınca, sanki şu anda her şey kaldığı yerden devam etmekte gibi. 

 Algeria 1875

Bu kız da giyimi ve takılarıyla bir Berber kızına benziyor. Tarih epeyce eski ama bakışlar bir o kadar aynı. Daha çok güney kısımdan fotoğraflar bunlar, çöle yakın bölgelerden. Bence onlar daha dikkat çekici oluyor zaten. Belki de henüz görmediğimden.


Bu da bir Tuareg kadını. Onların da kendilerine has işaretleri, renkleri, kıyafetleri ve takıları var. Kullandıkları objeler de şu anda büyük ilgi görüyor. Epey de sanata düşkünler, kendi motifleriyle ahşabı, kumaşı ve deriyi işliyorlar. Benim en çok ilgimi çeken objeler arasında geliyor onlara özgü olanlar. Çöl koşullarında yaşamak için pek çok yöntemleri var. Tuareg erkekleri çok sert yüz hatları ve bakışlara sahip. Sadece iki kez Tuareglerden biriyle karşılaşabildim. Onda da uzaktan görünce bile ürküttü içimi. Ama aklımda hep onlarcasını bir arada görebilmek, yaşamlarına bir süreliğine de olsa tanık olabilmek var. Belki bir iki kelam da konuşabilirsem ne muhteşem olurdu. Ama sanırım fransızca bileni epey azdır, bana denk gelmesi lazım.


Günümüzde ise geleneksel kıyafet ile dolaşmak isteyenler böyle giyiniyorlar. Bu pembe olan kıyafetin sarı, turuncu ve kırmızı olanları da var. Daha çok yaşlılar giyiyor diyebilirim ama zaman zaman tercih eden gençlere de rastlıyoruz ama tabi şehir merkezlerinden uzak kesimlerde yaşayanlar gündelik hayatta böyle giyinmeyi tercih ediyorlar. Bu bir kabyle kıyafeti. Benim de beyazı var, arkadaşım hediye etmişti.


Burada da farklı renk ve desenlerini görebilirsiniz. 


Devamında değişik giyim tarzlarını, takıları ve dövmeleri anlatacağım merak edenler için.

2 Mart 2014 Pazar

Pazar notları (bol yemekli olanından)

Pazar günlerinin ifade ettiği duyguyu yemek fotoğrafları ile daha iyi anlatabilirim diye düşünerek yazmaya giriştim bu yazıyı. Ama şu an emin olamıyorum. Daha çok pazarların hissiyatını değil de yemekleri anlatacağım gibi, hadi bakalım...

İki gündür yağmurlu bir mevsim bize eşlik ediyor. Mart ayına girdik, tam oldu. Söylenene göre yağmurlar epeyce bir süre devam edecekmiş. Tam uzanıp kitap okuma havası, yanında biraz kahve, kek veya kurabiye eşliğinde. 

Dün epeyce okudum. 200 sayfa kadar. Aslında bir günde bitirdiğim kitaplar da oluyor ama bitmesinler istiyorum. O yüzden ağırdan almak daha iyi. 

Pazar deyince aklıma ilk olarak işte bu kahvaltı geliyor. Sizin için çok bir şey ifade etmeyebilir ama şu tabakların önümde olması bile beni mutlu etmeye yetiyor. Arkadaki çekirdeksiz yeşil zeytinlerin tadı da harika yalnız benden söylemesi.

Ayrıca kimse kırılmasın gücenmesin İzmit simiti bir başka oluyor. Simit gibi simit. Tadına doyum olmuyor. Diğer memleketlerde de yedim ama tat vermedi, ya tuzsuz, ya susamsız, ya pekmezsiz, bir acayip geldi işte. 



O güzel kahvaltı tabaklarında babannemin böreğinden de oldu mu işte harika bir kahvaltı olmuştur o an benim için. Tadı şu an hayal ederken bile ağzımda.



Ahh şu dolma denen şey nasıl da insanın aklını alıveriyor anında. Kocaman tencerelerdeki minik hallerine bayılıyorum. Yoğurtlu veya yoğurtsuz yahut soğuk sıcak olmuş fark etmez, zeytinyağlı da kabulüm. Ama sanırım şu sıra en çok etli dolmayı seviyorum. Pazar günlerini sevdiğim ve özlediğim gibi aynı. 


Kanat ve bulgur pilavı da gözümde değişmez ikilidir. Hele böyle iyi kızarmış olan kanat candır. Şu kanat nasıl da kıymetli oldu sonradan. İlk zamanlarını düşünüyorum da. Cezayir'de de atıyorlar kanatlarını tavukların. Ama birkaç kez isteyip de ayırtılıp alınınca şimdilerde fazla paraya bile satıyorlar. Kanat kısımlarını ilk başta yendiğini bilmiyorken bedavaya veriyordu burada kasaplar. Şimdi bir yerde kanat bulsak almak için insanları yarıyoruz resmen:)


Döner de en özlediklerimden biri. İlk göz ağrısı gibi bişey benim için. Çocukluğumu hatırlatır hep bana. Babaannemle çarşıya çıktığımızda annemin iş yerine uğrayacağım diye tuttururmuşum. Hayal meyal bazı zamanları aklımda. Ama annemin öğlenleri bana döner yedirmesini hiç unutmam. Nasıl koskocaman bir mutluluk peydah olurdu içimde. O domatesin tazeliği, o yoğurdunun mis kokusuyla bir iskendere asla hayır diyemem doğrusu. 


Bu söğüş sonradan alıştığım bir lezzet. Bazen hala neden soğuk oluyor yahu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. İlk zamanlar söğüş denilince doğranmış domates salatalık gelecek sanmıştım. İzmir'de söğüş yemek şimdi bir alışkanlık oldu. Kimyonlu ve bol maydanozlu da olunca offf tam pazar günlerine layık bir seçim. 


Kaç seferdir gidip geliyoruz ilk kez keşfettim İzmir'de biranın yanında falan barlarda turşu verildiğine. Önceleri de gittiğimiz oldu bara ama sanırım bize denk gelmedi. Tanrım o da nasıl bir turşudur öyle, önünüze 5 kilo koysalar yersiniz. Tombul, sulu, kıtır kıtır ve etli. Bunu kumru öncesinde yedik ama içki ile getirilenler de aynısıydı. 


Çok rica ediyorum bana kızmayın. İlk kez yedim kumruyu bu sene. Hep bir telaş koşturma derken meğer ben kumru yemeği ihmal etmişim. O da neden, pazar günleri pazara gittiğimde aç karnına dolaşmayayım diye simit veya boyoz alıyorum genelde. Orada da kumru ekmeğinin içinde peynir domates ve biber konulmuş servis ediliyor oluyor. Ben de hep onu kazımışım aklıma kumru diye diye. Meğer böyle tombul, içinde yok yoook, salam sucuk sosis domates ve uzayan bir kaşar olan acayip bomba bir şeymiş. Bundan sonra her gittiğimde yiyeceğim sanırım. Bu pazar günümü denizin kenarında elimde bu kumruyla geçirmek isterdim.


Gelelim lahmacuna. Bu yediğimizi çok sevdim. Eskiden hacıoğlunda falan yerdik İzmit'te. Ama bu sefer sanat sokağındaki Külekçioğluna gittik. Servis biraz ağır da olsa lezzetini pek sevdim. Lahmacun bana sanki cümbüş gibi geliyor. Öyle bir anlamı var kafamda. Pek çok lezzeti bir arada alıyorum. 


Baba kız gittiğimiz kokoreççi'de çektim alelacele. Çünkü tek arzum o tazecik çıtır ekmekten ısırmaktı o anda. O gün çok koşturduk, öğlen yemeği yiyemedik babamla. Yurt dışından aldığım telefonumu kayıt ettirmek derdindeydik. Ama bir daha tövbe almam. Tam bir gün boyunca oradan oraya koşturup durduk. Öyle parayı öde git hemen açtır hikayelerine aldırmayın sakın ha. Emniyete ve vergi dairesine kadar yolu var. O kadar koşturmacadan sonra babam hadi gel bir kokoreç yiyelim baba kız deyince ohh yüzümde güller açtı. Şimdi kafamı ekrana yapıştırarak bir ısırık almak geldi içimden ne yalan söyleyim.


Eskiden burger king benim için bir numaraydı. Ama doğruya doğru artık eski kalitesi kalmadı bence. Son birkaç gidiştir hep mc donald's ı tercih ediyoruz ve çok da memnunuz. Bu fotoğraf Cezayir'e geleceğimiz gün hava alanında çekildi. Mc donald's bulamadığımız için ağzımızda son bir tadı kalsın diye Burger king'e girdik mecburen. Karnımız epey acıkmıştı. Daha da epey zaman vardı. Wooper'ın soğanlarını falan her ne kadar çok sevsem de Big Mac bambaşka bir lezzet. 


Teyzem bizdeydi bu gidişimizde İzmit'te. Biz gelmeden anneannem biraz rahatsızlandığı için teyzem de Ankara'dan gelmişti. Zaten beni görmek için şubat tatilinde gelecekti ama biraz erken gelmiş oldu. Neyse ki anneannem iyi oldu. Artık epey yaşlandığından bakımı biraz zor. Ama buna da şükür elbette. Teyzem hemen bir lahana dolması sarıverdi, sonra yaprak dolması yaptılar, daha börekler çörekler falan da tabi yapıldı ama ben teyzemden bir beğendi istemeden duramadım. Dedemi de andık böylece. 'Hadi Leziz bir beğendi yap da yiyelim' deyişi geldi aklımıza. O da ne çok severdi. Onun hatırına da yedim bir kaşık. O kadar güzel yapmış ki iki tabak yedim hem etinden hem beğendisinden:) Şu an olsa yine iki tabak yerim herhalde. Ailemizin bayanlarının eli lezzetli maşallah. Ehh ben de onlara çekmişim biraz:)Tereyağlı mis gibi pilav, beğendiğinin o ipeksi kıvamı, etin ağızda liğme liğme oluşu bugün gibi hatırımda. Buranın patlıcanları pek çekirdekli ve lezzetsiz olduğundan ne zaman denesem güzel sonuç alamıyorum şu beğendiden. Yine de denemeye devam edeyim en iyisi ben. 


Bu yazı tatlısız bitmezdi. Eşim her ne kadar kabak tatlısını sevmiyor da olsa ben görünce bile dayanamayacak gibi oluyorum. Hele ki annem yaptıysa offf. Burada kaç kere yaptım olmadı. Bazen en zor şeyleri yapıyorum böyle basitleri tutturamıyorum ya deli oluyorum. Kabaklar hep ya küçücük kaldı ya yumuşaklığını kaybetti. Kabaklar kötüydü işte açıkçası. Şimdi fotoğraftakine bakınca daha iyi anlıyorum. Bunun üzerine kaymakla nasıl da güzel olurdu şu anda. O rengi bile insanı çekiyor. Tatlı yediğini de anlıyor insan bence. Başka bir hazzı var kabak tatlısının benim için. Sütlü ve şerbetli tatlıların yerinin ayrı olması gibi. Yine de baş sıralara koymayı tercih ediyorum. 

Pazar günlerinde hep böyle şahane yemekler hayal ediyorum. Normal günlerde de ediyorum elbette bazen ama en çok pazarları aklıma düşüyorlar. Çünkü pazar demek kalabalık ve güzel sofralar demek benim için. Bunca leziz fotoğraftan sonra akşama yemekhanede patlıcan tava olduğunu bilmek pek iyi hissettirmedi doğrusu. İş başa düştü. Bakalım neler yapabilirim bu akşama!

Mutlu bir haftamız olsun! 
Not: Sanmayın ki memleket meselelerine ilgisizim, öyle laylaylom geçiriyorum hayatı. Sadece bunca olumsuz durumun içindeyken burada da bağırmak, hakaret etmek, söylenmek, kızmak, haykırmak, bahsetmek içimden gelmiyor. Oysa söyleyecek çok kelimem var. Aslında aklım öyle meşgul ki deniz anasına bile anayasa der duruma geldim gündelik alakasız konuşmalarda. Hayal ederken bile düşlerime tazyikli sular karışıyor...Böyle işte!